Advert
Advert

Hamit Balcı Yeni Şafak'a yazdı: Türkiye’de siyasal kimlikler ve gelecek tasavvuru

Bir dönem Sakarya bürokrasisinin etkili isimlerinden olan Hamit Balcı'nın Türkiye'nin kimlik arayışına dair makalesi, Yeni Şafak gazetesinde yayınlandı

Yayınlanma Tarihi : Google News
Hamit Balcı Yeni Şafak'a yazdı: Türkiye’de siyasal kimlikler ve gelecek tasavvuru
Advert
Serdivan Belediyesi’nde uzun yıllar Özel Kalem Müdürlüğü ve Belediye Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunduktan sonra akademik çalışmalara yönelen ve İstanbul'da görev yapan Hamit Balcı, geçmişten günümüze Türkiye'nin kimlik arayışını kaleme aldı. Siyaset bilimi üzerine doktora yapan Hamit Balcı'nın makalesi ulusal Yeni Şafak gazetesinde yayınlandı. Hamit Balcı'nın "Geçmişin gölgesinde kimlik arayışı: Türkiye’de siyasal kimlikler ve gelecek tasavvuru" başlıklı makalesi şu şekilde:Eğer siyasal kimlikler, yalnızca nostaljik aidiyetler üzerinden değil, gelecek tahayyülleri üzerinden yeniden inşa edilirse, siyasal uzlaşma ve birlikte yaşam zemini de genişleyebilir. Bunun yolu da siyasal söylemlerin sadece geçmişin çatışmalarını değil, geleceğin ortak hayalini kurabilmesinden geçer. Toplumların siyasal refleksleri yalnızca kurumlar ya da partilerle değil, çok daha derin bir düzeyde, tarihsel referanslar üzerinden de şekillenir. Hatta öyle ki bu referanslar siyasal kimliğimizin ana bileşkesini oluşturur. Bu referanslar kim olduğumuza katkı sağladığı gibi olaylara karşı bakış açımızı da büyük oranda belirler. Siyasal kimliklerin diyalojik karakterini yadsımadan bu yazıda siyasal kimlik veya aidiyetlerimizin geçmiş ile ilişkisinin mahiyeti değerlendirilmektedir. Tarihsel olarak kim olduğumuz sadece geçmişe ait bilgiler ile oluşturulmaz aynı zamanda kim olduğumuzu tanımlamak suretiyle yeniden inşa ederiz. Bu anlamda kim olduğumuz meselesi biraz da bugün kim olmak istediğimizle de ilişkilidir. Türkiye’de de siyasal aidiyetler ve eğilimler doğal olarak büyük oranda tarihsel anlatılara dayanır. Bu anlatılar, yalnızca bir geçmiş tasviri değil, aynı zamanda bir aidiyet, bir yön tayini ve çoğu zaman şimdiki zamana dair bir meşruiyet çabasıdır. Ancak bu tarihsel referanslar, zamanla nostaljiye dönüşüp siyasal tahayyülü daraltan bir etkiye bürünebilir. Nostalji geçmişe dair olumlamaların bir bütünü olarak yad edilmeyi hak etse de bugüne ve geleceğe dair sınırlayıcı bir etkiye de sebep olabilmektedir. ÇELİŞİK BİR PARADİGMA SORUNUUlus devlet anlayışının hızla yayılması ve emperyalizmin etkisiyle Osmanlı Devleti dağılma sürecine girdi. Şüphesiz bu süreç uzun bir zaman içerisinde ve birçok bağımlı/bağımsız değişkenle gerçekleşti. Ancak geniş bir coğrafyada hâkimiyet alanına sahip olan devlet peyderpey küçülerek Anadolu’da tutunabildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve Kurtuluş Savaşı ile sonlanan süreç Türkiye’nin toplumsal ve bir anlamda entelektüel sermayesinin travması haline geldi. Osmanlı modernleşmesi ki daha sonra “Türk modernleşmesi” olarak anılacak Batılılaşma sürecindeki “Neden geri kaldık?” sorusu yüzyılı aşkın süre Osmanlı siyasal aktörlerinin zihinlerini meşgul etti. Dönemsel olarak neden geri kalındığı ve neler yapılması gerektiği üzerine akımların ve ekollerin oluşması düşünsel olarak görece naifti. Ancak daha sonra “geri kalmışlığın” nedeni üzerinde yapılan entelektüel tartışmalar ve politikalar yerini yurtsuz/vatansız kalma tehlikesine doğru evrildi. Dolayısıyla modernleşme ve batılılaşma eğilimi Batılı devletlerin saldırıları söz konusu olduğunda toplumda çelişik bir paradigma sorununu ortaya çıkardı. Nitekim Tanzimat dönemi tartışmaların ana eksenini bu arka plandan okuyabiliriz. Toprak kaybetmenin ötesinde süreç artık varoluş meselesi olarak bir beka sorunu haklı bir şekilde toplumsal hayatımızın merkezinde yer aldı. Bu süreci travma olarak nitelememizin nedeni yönetim biçiminin değişmesi değil, büyük bir coğrafyayı yönetirken daha küçük sınırlar içinde modernleşme mücadelesiyle yüzleşmek zorunda kalmamız ve daha da önemlisi devlet olarak var olma tehlikesiyle karşılaşmamızdı. Bu travma siyasette hâlen etkin bir şekilde kendini göstermektedir. Bugün Türkiye’de, seküler-Kemalist ya da muhafazakâr eğilimlerin merkezinde, bu travmanın etkisini görmek mümkün. Hatta Kürt siyasal hareketini de bu minvalde okuyabiliriz. Bu yaşanan travma geçmişteki yaşantıdan ziyade idealleştirilen geçmiş olarak karşımıza çıkıyor. İdeal geçmiş öykünmesi, çoğu zaman bugünün sorunlarının çözümüne değil, geçmişten sapma olarak değerlendirilen bir sabite dönüşüyor. Dolayısıyla siyasi tasavvurumuz ve referans noktamız, çoğu zaman geleceği kurmaktan ziyade geçmişte yeniden kök salmak için mücadele edilen bir sarmal hâline geliyor. Ne söylediğimizin değeri nereden söylediğimize bağlı olarak değişkenlik gösteriyor. NOSTALJİ: KİMLİĞİN DAYANAĞI MI, GELECEĞİN ENGELİ Mİ?Nostalji, bireyler kadar kolektif kimlikler için de güçlü bir duygusal kaynaktır. Siyasal nostalji, özellikle belirsizlik dönemlerinde daha da belirginleşir. Çünkü geçmiş, zihinde düzenli, tanıdık ve çoğu zaman idealize edilmiş bir alan olarak kurgulanır. Gelecek ise bilinmezliğiyle kaygı üretir. Bu nedenle birçok siyasal hareket, çözüm üretme konusunda yetersiz kaldığında “Bir zamanlar ne güzel günlerdi!” söylemine sarılır. Kemalist söylem, Cumhuriyet’in ilk yıllarını “akılcı ve ilerlemeci” bir model olarak kutsar. “O günlere dönmek” özlemi şeklinde tezahür eden anlayış “Cumhuriyetin ilk yılları” diye idealleştirilen dönemi işaret eder. Oysa siyaset her daim dinamik olmayı gerektirir. Dönem idealleştirmeleri nostaljik olarak güzel anlatılarla desteklense de siyasetin reel yapısı karşısında işlevsiz kalabilmektedir. Yeni’ye karşı pozisyon alamamak, bir anlamda siyaset üretememek, bizi bugünü geçmişle izah etmek gibi bir paradoksun içine sokmaktadır. Muhafazakâr kitle için ise Osmanlı mane-viyatı, toplum yapısı üzerinden bir idealleştirme üretir. Her iki yaklaşımda da esas olan, geçmişin bugüne taşınmasıdır. Ancak bu eğilim bugünün ve geleceğe yönelik yaratıcı ve çözüm odaklı siyasetin yerine geçmeye başlar. Nostalji, bugünün karmaşıklığını anlamaktan uzaklaştırır ve siyasal enerjiyi geçmişin tekrarına yönlendirir. TRAVMA VE HATIRABu durumu anlamak için siyasal kimlikleri birer kolektif benlik gibi düşünmek mümkün. Psikolojide bireyin davranışlarının geçmişte yaşadığı olaylarla şekillendiği kabul edilir. Özellikle Freud’un yaklaşımında, bireyin sorunlarının kökeni genellikle geçmişte yaşadığı olumsuz durumların bilinç dışına itilmesine dayanmaktadır. Bilinç dışına itilen duygular başka semptomlar ile kendini gösterir. Yoğun uyarıya maruz kalan kişinin benliği savunma geliştiremeyerek duyguları bastırır. Çözüm ise semptom gösteren travmalardan çeşitli yöntemlerle bilinçdışından çıkarılıp görünür hâle getirilmesidir. Bu yöntemler arasında konuşma tedavisi (talking cure) en yaygın olanıdır. Toplumsal anlamda da müzakere edilemeyen konular bastırılmış ve ana akım siyasi ufku olumsuz anlamda etkilemiştir. Geçmişin günahını “dine” ve “dindarlara” yükleyen Kemalizm kamusal ve özel alanda müzakere imkânını ortadan kaldırmıştır. Bu müzakere ortamının eksikliği Türkiye’nin siyasal atılımını geciktirmiştir. Siyasal aidiyetler açısından toplumların da geçmişte yaşadığı krizleri, kayıpları ya da “travmaları” kimliklerin temel taşı hâline getirdiklerini görürüz. Her kimlik, geçmişin bir travmasına yaslanarak söylem üretir. Örneğin Kemalist kimlik, Cumhuriyet’in ilk yıllarını idealleştirerek geçmişi adeta kutsallaştırıp bugüne taşıma eğilimindedir. Herhangi bir eleştiri durumunda “rejim düşmanlarına” karşı bir direniş refleksiyle cevap verir. Dolayısıyla travmadan kurtulmanın yolunu geçmişten kaçış gibi okumamak gerekir. Burada kastedilen geçmişteki o travmatik duygu durumundan çıkmayı ihtiva etmektedir. Yoksa geçmişini unutan bugünü ıskaladığı gibi yarını da inşa etme yetisini kaybeder. Freud’un yaklaşımının aksine Adler, Fromm ve Maslow gibi psikanalistler travmalardan çıkış yolunu sadece geçmişte değil, bugünün koşullarında ve geleceğin tahayyülünde arar. Çünkü birey yalnızca ne yaşadığını değil nereye gideceğini düşündüğünde de iyileşebilir. Geçmiş önemli bir veri noktasıdır. Bu yaklaşımda geçmişi hafızadan silmek veya yok saymak gibi bir niyetin olmadığını belirtmekte fayda var. GEÇMİŞE GÖRE SAF TUTMATürkiye’de siyasal kamplaş-manın belirleyici ekseni olan “geçmişe göre saf tutma” hâli, günümüzde gelecek tasavvurunun zayıflamasına neden oluyor. Siyasi partiler, kampanyalarını sıklıkla geçmişin başarıları ya da mağduriyetleri üzerinden kuruyor. Toplum da bu dili zamanla içselleştiriyor. Oysa Türkiye’nin toplumsal dokusu, demografik yapısı, ekonomik beklentileri ve kültürel çeşitliliği değişiyor. Genç kuşaklar, artık geçmişin kutuplaşmalarına değil daha iyi bir yaşam ve gelecek güvencesi arayışına odaklanıyor. Fakat bu yeni talepler, hâlâ geçmişin duygu dünyasını temsil eden terimleriyle cevaplandırılmaya çalışılıyor. Siyasal travmaları bizzat yaşamamış bir nesil için bu durum sadece “anlatı” hüviyetinde kalabiliyor. Taleplerin ve ondan mülhem oluşan kimliklerin/aidiyetlerin güncellenmesine karşı yeni bir muhayyilenin oluşturulamaması da siyasetin yeni fikir üretme kapasitesini daraltıyor. Gelecek tasavvuru, toplumu (özellikle gençleri) geçmiş idealleştirilmesinden daha fazla motive ediyor. GELECEĞE BAKAN KİMLİKLER MÜMKÜN MÜ?Peki siyasal kimlikler yalnızca geçmişe değil, geleceğe de yönelirse ne olur? Aslında bu soru, Türkiye siyasetinin en kritik eşiklerinden birini tanımlar. Eğer siyasal kimlikler, yalnızca nostaljik aidiyetler üzerinden değil, gelecek tahayyülleri üzerinden yeniden inşa edilirse, siyasal uzlaşma ve birlikte yaşam zemini de genişleyebilir. Bu açıdan bakıldığında örneğin Kürt kimliğinin yalnızca geçmişteki mağduriyetlere değil, yurttaşlık temelinde bir gelecek vizyonuna yönelmesi; Kemalist kimliğin Cumhuriyet’i sadece bir tarihsel başarı değil, gelecekteki ortak yaşamın ilkeleri olarak konumlandırması; muhafazakâr kimliğin Osmanlı’yı tıpatıp tekrar edilecek bir model olarak değil, bugünkü değerlerle yeniden anlamlandırılacak bir referans olarak görmesi mümkündür. Bunun yolu da siyasal söylemlerin sadece geçmişin çatışmalarını değil, geleceğin ortak hayalini kurabilmesinden geçer. NOSTALJİYİ AŞAN YENİ BİR SİYASET MÜMKÜNNostalji duygusu tamamen reddedilmesi gereken bir şey değildir. Hafıza inşası, kimlik oluşumu ve kolektif dayanışma için belirli ölçülerde nostalji işlevseldir. Ancak bu duygu, geleceği örten bir perdeye dönüşmemelidir. Yeni bir siyaset, geçmişle barışık ama onunla sınırlı olmayan bir anlayışla mümkün olur. Bugünün sorunlarını ele alırken geçmişin duygu durumuyla değil; bugünün bilgisi ve geleceğin imkânlarıyla hareket etmek gerekir. Bu da yalnızca geçmişe savcı edasıyla yaklaşarak haklı veya haksızı belirlemenin ötesine geçmekle mümkün. Nitekim yüzyıldır Osmanlı’nın neden “geri” kaldığına dair çok geniş bir külliyat oluştu. Bu tekrarın günümüze faydası olmadığı gibi sorumluluğu da geçmişe yükleyerek kaçmamıza neden oluyor. Gelecek vizyonu olan siyaset, geçmişi düşmanlaştırmadan, nostaljiyi romantikleştirmeden, kimlikleri yeniden tanımlama cesareti gösterir. Kimliklerin travmalarla değil, umutlarla tanımlandığı bir siyasal iklim ise Türkiye’nin yalnızca siyasetini değil, toplumsal dokusunu da dönüştürür. Türkiye’nin son yıllardaki dışa açılımını bu minvalde okuyabiliriz. YENİ KİMLİKLER, YENİ UFUKLARTürkiye, toplumsal ve siyasal anlamda bir eşikte duruyor. Ya geçmişin tekrarları arasında sıkışıp kalacak ya da geçmişten öğrenerek geleceğe açılacak. Bu yüzden şimdi siyasetçiler, düşünürler, akademisyenler ve yurttaşlar olarak kendimize sormalıyız: Kimliğimiz geçmişte mi kaldı, yoksa geleceği kurma cesaretini taşıyor mu? Siyasal kimlikleri yalnızca geçmişin aynasında değil, geleceğin ışığında da görmeye başlarsak yalnızca yeni bir siyaset değil, yeni bir toplum hayali de mümkün olur.
begendim
0
Begendim
bayildim
0
Bayildim
komik
0
Komik
begenmedim
0
Begenmedim
uzgunum
0
Uzgunum
sinirlendim
0
Sinirlendim
Advert

Yorum Gönder

Yorumlar