Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk… Yalnızca bir komutan, bir devlet kurucusu değil; aynı zamanda bu toprakların damarına işleyen bir ekonomik bilincin mimarıydı.
10. Yıl Nutku’nda söylediği şu sözler, aslında bir hayalin değil, bilimin, aklın ve inancın planlı bir ifadesiydi:
“Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız... Çünkü Türk milleti zekidir, çalışkandır.”
Atatürk o sözleriyle popülizm yapmıyordu; milletini tanıyor, ona güveniyordu.
Nitekim 1923 ile 1938 arasında yaşanan ekonomik gelişmeler, bu güvenin boşa olmadığını kanıtladı.
Düşünün; 10 yıl süren savaşlardan yeni çıkmış, genç nüfusunu cephelerde yitirmiş, borç yükü altında ezilen, sanayisi neredeyse olmayan, toprağında traktör değil saban izleri bulunan bir ülke...
Ama Atatürk bu yorgun millete inanarak, “tam bağımsızlık” hedefiyle ekonomik mucizeyi başlattı.
Cumhuriyet’in ilk on beş yılı, Türk insanının azminin ve aklının zaferidir.
Bugün dönüp baktığımızda o dönem, yalnızca bir kalkınma süreci değil, aynı zamanda bir karakter direnişidir.
Çünkü Osmanlı’nın son yüzyılında yabancı sermayenin, kapitülasyonların, Duyun-u Umumiye’nin kıskacında adeta nefessiz kalan bir ülke, kendi iradesiyle ayağa kalkmıştır.
Atatürk’ün “Misak-ı İktisadi” dediği ekonomik bağımsızlık anlayışı, İzmir İktisat Kongresi’nde temellendi.
“Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa payidar olamaz,” diyordu.
Bu sözüyle savaş meydanlarından fabrikalara, tarlalara ve bankalara taşınan bir bağımsızlık mücadelesi başlatmıştı.
Bu mücadele öyle lafla değil, alın teriyle yazıldı.
Demiryolları dört bir yana örüldü.
1923’te 3.700 kilometre olan demiryolu ağı, 1939’da iki katına çıktı.
Yani 10. Yıl Marşı’ndaki “Demir ağlarla ördük yurdu dört baştan” dizeleri bir şiir değil, bir rapor satırıydı adeta.
Bir yandan Etibank, Sümerbank, Halk Bankası, Emlak ve Eytam Bankası gibi kurumlar kuruldu; bir yandan da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, “ekonomik bağımsızlığın kalbi” olarak faaliyete geçti.
Sanayi hamlesi, Anadolu’yu birer üretim kentine dönüştürdü.
Uşak’tan Nazilli’ye, Kayseri’den Karabük’e kadar fabrikalar kuruldu.
Şeker, dokuma, çimento, cam, hatta uçak üretimi…
Evet, yanlış duymadınız: Uçak üretimi!
1930’larda Kayseri’de savaş uçağı, İstanbul’da Nuri Demirağ tarafından yolcu uçağı üreten bir ülkeydik biz.
Bugün gökyüzüne bakarken o yılların vizyonunu hatırlamamak elde değil…
Atatürk, “tam bağımsızlık” derken yalnızca siyaset sahnesini değil, soframızdaki ekmeği, cebimizdeki parayı, fabrikamızdaki üretimi de kastediyordu.
Onun için kabotaj hakkı, tütün tekeli, sanayi teşviki, yerli malı haftaları gibi adımlar milli onurun parçalarıydı.
Türk köylüsünü “ülkenin gerçek efendisi” olarak gören bu anlayış, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyal bir devrimdi.
O dönemin ekonomik mucizesi yalnızca rakamlarda değil, zihniyetteydi. 1923–1938 yılları arasında Türkiye ekonomisi yılda ortalama yüzde 8 büyüdü.
Bütçeler hep denk kapandı.
Devlet borçla değil, alın teriyle ayakta durdu.
Millet tasarruf etti, üretti, paylaştı.
Köylü tarlasına sahip çıktı, işçi fabrikasına, tüccar bankasına güvendi.
Kısacası, Türk milleti kendi kendine yetebilen bir ekonomik düzenin onurunu yaşadı.
Peki sonra ne oldu?
Atatürk’ün “milli ekonomi” anlayışının yerini IMF reçeteleri, yabancı dayatmalar, özelleştirme furyaları aldı.
O gün Atatürk’ün millileştirdiği demiryolları, madenler, iletişim ve enerji tesisleri bugün bir bir yabancılara satıldı.
Sümerbank, Etibank gibi Cumhuriyet’in temel taşları, “çağa uymuyor” denilerek yok edildi.
Atatürk döneminde ekonomiyi ayakta tutan ilke “önce millet”ti; bugünse “önce piyasa” deniyor.
Ama ne olursa olsun, bu milletin mayasında Atatürk’ün bıraktığı o üretken ruh, o azim hâlâ var.
Köylü hâlâ toprağını, işçi hâlâ emeğini, genç hâlâ geleceğini seviyor.
Yeter ki, onları inandıracak, o ruha yeniden dokunacak liderlik ortaya çıksın.
Bugün ekonomik bağımsızlık mücadelesi yeniden bir zorunluluktur.
Çünkü bağımsız olmayan bir ekonomi, bağımsız bir politika da yürütemez. Atatürk’ün dediği gibi: “Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.”
O’nun izinde yürüyen her Türk genci, bu gerçeği unutmamalı.
Büyük Önder’i yalnızca bir takvim günü değil, bir model, bir rehber olarak anlamak zorundayız.
O’nun kurduğu milli ekonomi modeli, bu milletin elinden alınan özgüvenin anahtarıdır.
Bugün, yeniden “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız” diyebilmek için, önce O’nun bıraktığı yerden başlamamız gerekiyor.
Ruhu şad olsun Gazi Paşa...
Senin inandığın Türk milleti, bir gün yine o mucizeyi başaracak.
Yorumlar